27 Kasım 2010 Cumartesi

taşındık...

yeni şubemiz törenle hizmetinizdedir."her dem" bekleriz...

http://erdemozdamar.tumblr.com/

22 Kasım 2010 Pazartesi

Alex de Souza...

Geçtiğimiz hafta Fenerbahçe'nin deplasmanda 2-1 yenildiği Gaziantepspor maçında takımın tek,kendisinin Türkiye liglerindeki 100'üncü golünü atarak "100ler kulübü"ne giren Alex de Souza bugün de Fenerbahçe-Bucaspor maçının 35'inci saniyesinde attığı golle kulüp tarihinin 3000'inci golünün altına adını yazdırdı. Hızını alamayan kaptan o golden 13 dakika sonra bu defa skoru 2-0 yapan golü attı. Durmadı ve 23 dakika içinde attığı 3 golle maçı hat-trick yaparak bitirdi. Alex böylece Fenerbahçe adına 2999,3000,3001,3002'inci golleri atarak ne kadar önemli bir oyuncu olduğunu bir kez daha hatırlattı. Haftaiçinde kendi hakkındaki "henüz 100 gol barajını aşmadığı" yönündeki iddiaları da bitirmiş oldu. Fenerbahçe kariyerine bir de gol krallığı sığdıran Brezilyalı attığı gollerle de şu anda ligin en golcü oyuncusu ünvanını da almış oldu. Tebrikler kaptan Alex. Nice yeni gollere...

Alex'in tarihe adını iyice "kazıdığı" maçın kalan dakikalarında 4 gol daha oldu. Niang ve Semih Fenerbahçe adına gollerini atarlarken Bucaspor Manuchı ve Musa ile 2 gol kaydetti ve maç 5-2 sona erdi...


29 Ekim 2010 Cuma

kedidir kedi...


Ligimizin sembolü bu kedicik olsa ya...

Cumhuriyet Bayramı



Tükiye Cumhuriyeti bir yaşındaymış gibi genç ve dinamik,bin yaşındaymış gibi köklü ve güçlü. 

Bugün hala bu coğrafyada onurumuz ve de gururumuzla yaşıyorsak,kimseye boyun eğmediysek bu Ata'mızın sayesindedir. Yarın için biz ne yapacağımızı dahi bilemezken müthiş bir kararlılıkla "yarın Cumhuriyet'i ilan edeceğiz" diyebilecek kadar büyük bir devlet adamı. Elebtte ki O'nu anlatmaya kelimeler yetmez. O'nu anlamaya da. Ama bizler,bu ülkenin gençleri olarak bu topraklardaki birlikteliğimizi daha da güçlendirmek,korumak ve kimsenin bölmesine izin vermemek için O'na bir kez daha söz vermeliyiz. Her geçen senede Cumhuriyet'imizi daha da güçlü,görkemli kutlamalıyız. Bilmeliyiz ki bu Cumhuriyet bize emanettir. Bunu yapmak için muhtaç olduğumuz kudret de damarlarımızdaki asil kandadır. 

Büyük Türk Milleti buralara hep alnı açık başı dik gelmiştir. Bundan sonra da yoluna aynı dirayetle devam edecektir. Bizler senin kurduğun Cumhuriyet'in bekçileri olarak sana söz veriyoruz. Eserinin ve senin önünde saygıyla eğiliyoruz. Bu ülkeyi bölmek isteyenlere inat her geçen gün daha da sıklaştırıyoruz saflarımızı ve onların karşısında daha da güçlü duruyoruz,aynı senden öğrendiğimiz gibi,senin bize salık veridiğin gibi. Huzur içinde yat Ata'm. 


Bayramın kutlu olsun ey büyük Türk Milleti!
Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti! Yaşasın Büyük Türk Milleti! Yaşasın Atatürk!

10 Ekim 2010 Pazar

usta

Türk sinema tarihinin en büyük karakterlerinden biri Yaşar usta. Gülen Gözler filmindeki efsane tiradı. Onlara hayat veren bir dev,Münir Özkul.

"Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, herşeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmaz. Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saaddeti çok gören. anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor. Ama ben boşuna konuşuyorum. Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum. hıh. Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim bey. Sen mi büyüksün? Hayır ben büyüğüm, ben, Yaşar usta! Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç! Gözümde pul kadar bile değerin yok! Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiç birşey yapamayacaksın! Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi! Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz. Biz güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun. Dokunma artık aileme! Dokunma çocuklarıma! Dokunma oğluma! Dokunma gelinime! Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir karıncayı bile incitmemis olan ben, yaşar usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni! Anlıyor musun. Vururum ve dönüp arkama bakmam bile!"

9 Ekim 2010 Cumartesi

Mesut Özil #8...

Avrupa Şampiyonası elemelerinde Almanya ile aynı gruba düştüğümüzde ilk düşünülenler grupta ilk ikiye gireceğimiz ve oradaki Türk nüfusundan kaynakla bir deplasman maçı gibi olmayacağı yönündeydi. O zaman Dünya Kupası henüz oynanmamıştı ama rakip Almanya kuralara son Avrupa ikincisi ve son Dünya Kupası üçüncüsü apoletleriyle katıldı. Mazisinden bahsetmeye ise hiç gerek yok panzerlerin. 

8 ekimde Berlin'deki maça kadar gelinen noktada ise Almanya dünya kupasında son 4'e kaldı ve şampiyon İspanya'ya elendi. O Almanya Avrupa Şampiyonası finalinde de yine İspanya'ya kaybetmişti. Turnuvada Arjantin'i 3,İngiltere'yi 4 golle geçtiler. Biz ise "enteresan" yorumlarla vuvuzelaları TRT'den dinledik. Zaten kim gidecek taa Güney Afrika'ya.


O Alman takımının Türk asıllı oyuncularından biri Mesut Özil. Almanya-Türkiye maçıyla yeniden adını üstlere çıkardı. Turnuvadaki iyi oyunuyla Almanya'yı yarı finale kadar taşımayı başardılar. Dün ise Berlin'deki maçta 3 golden 1'ine imza attı Mesut.

Tartışmalarda yeniden alevlendi. Türk Milli Takımı'nı seçmediği için vatan hainliğiyle suçlanmasından o maçta oynamaması gerektiğine kadar uzun bir yelpaze var. Her şekilde ucu bu çocuğa dokunuyor ama. Mesut yıllar önce çalışmak için Almanya'ya giden bir ailenin sonraki kuşaklarından biri. Yani ergenlik döneminde "ben gidiyorum ulan" deyip giden biri değil. Bu anlamda kendini alman hissetmesi kadar doğal birşey olamaz. Zira sadece bir maç için Türkiye'ye geldiğini düşünürsek bu da destekleyici olur. Birkaç sene Almanya'da yaşayıp geri dönen birine hemen "Alman olmuşsun" demek kolayken nedense tüm hayatını orada yaşayan birinden Türk olmasını bekliyoruz.


Eğitimini orada yapan,futbola da orada başlayan Mesut elbette ki evinde Türk örf ve adetleriye büyümüş de olsa doğduğu ve doyduğu yer olan Almanya'ya kendini yakın hissetmesi O'nun profesyonel tercihidir. Eğer Türkiye için oynayacağım deseydi şu anda Real Madrid'de oynamak yerine haftasonları NTV'den La Liga maçlarını izliyor olacaktı. Genç yaşta Avrupa'da adını duyurmasını sağlayan Alman kulüpleri oldu. Türkiye'de oynasaydı ya Fenerbahçe'de başkan-teknik direktör-kaçan şampiyonluk üçgeninde kalıp kaçacaktı,ya da Galatasaray'da liseli-alaylı tartışmasının arasında elinde bonservisiyle ligimizin orta sıra takımlarından birinde oynamaya devam edecekti. 

Çok faşizan bir ifadeyle "Türkiye O'na ne verdi de ne istiyor?" diye sormadan edemeyeceğim. Yıllarca Almanya'da oynarken kimsenin yüzüne bakmadığı ama sonra Dünya Kupası'nda yıldızı parlayınca herkesin kapısında yattığı Mesut Özil. Kariyerini,geleceğini düşündüğü için böyle bir karar alan ve bu kararıyla ailesini kendisini ekonomik olarak uzunca bir süre rahatlatacak olan Mesut Özil. Mesut'a vatan haini diyenlerin çok büyük bir kısmının kapağı yurtdışına atmak gibi bir gayesi olmadığını kim söyleyebilir? Bugün bu adamın tercihini sorgulayanların nerdeyse tamamı "gel Almanya milli takımında oyna" dense arkasına bile bakmadan gitmeyecek mi?

Bugün Mesut Özil'in tercihini tartışmak yerine O'nu bu tercihi yapmaya itenleri konuşmak gerekir. Biraz da empati kurmak tabi. Mesut Özil'e de başarılar dilemek düşer bizlere de.

PS:Türkiye'deki rövanş maçında olabilecekleri düşünemiyorum bile...







4 Ekim 2010 Pazartesi

Hayvanları koruma günü

Belirli gün ve haftaları önce çocuklukta öğrendik. Sokaklarda bayrakları görünce annemize sorduk,babamıza sorduk. Milli bayramları az çok tanımışken küçük yaşta neden erken kalktığımızı ve temizpak giyindiğimizi sorar olduk. Dini bayramlardı. Bir gece öncesinden bayramlıklarımız başucumuzda yattığımız zamanlardı onlar. Eğlenirdi m'aile akşamdan sabaha kadar kuş sütünün dahi eksik olmadığı masada. Daha uzaktaydı çocuklar yılbaşı eğlencesini öğrendiği zamanlarda. Büyüdükçe o masalarda sandalye sahibi olduk,bir kadeh de biz yuvarladık. Annemizi,babamızı,sevgilimizi hatırladığımız bazı özel günleri de zamanla öğrendik. Hoş biz onları hiç unutmazdık ama adettendi kutlamak. Bizim için dua edilen kandil akşamlarını gördük,biz büyüdük biz dua eder olduk. Modern zamanlarda modern insanın yaşamında olup bitenlere de kayıtsız kalmaması için takvimlere eklenen özel günleri de takvim yapraklarından takip ettik. Barış gününden kabotaj bayramına,hemşireler gününden tıp bayramına,gazeteciler gününden aids gününe... Hayatımızda olan ve olacak her şeye dair...

Takvim yaprakları 4 ekimde durduğunda ise hayvanları koruma gününü gördük yemek tariflerinin altında. Her çocuk gibi biz de evimizde bir hayvanımız olsun istemedik mi daha susam sokağı izlerken? Bir televizyona sığacak kadar küçük olduğuna göre eve neden sığmasındı ki fil! Konuşan bir balina ne güzel olurdu,küveti de doldurup yüzdürürdük. Eve giren farelere bile "aaa jerryy öldürmeyelim" demedik mi? Her kedi tom,her köpek lessie,her tavşan bugs bunny'ydi o zamanlar...

Bugün o hayvanların günü. Aslında bugün sokakta hergün gördüğünüz ve sizi akşam yabancılardan koruyan mahalle köpeğinin günü. Bugün kışın battaniyenin altına girip sizle ısınmaya çalışan,sizi de ısıtmaya çalışan kedinizin günü. En sessiz en sıkıntılı zamanınızda şarkılar söyleyen kuşunuz var ya,işte onun günü...

Bugün onların hatırlanma günü ama yarın unutulmak için değil. Kapınızın önüne koyduğunuz bir tas su onlarcasının hayatını kurtarabilir. Doğal yaşam alanlarını ellerinden almaktan çekinmeyenlere inat onların da yaşama hakkı olduğunu gösterin,gösterelim. Kendimizi onların yerine koyalım...

Bugün hayvanları koruma günü. Küçük dostlarımıza bir el de siz uzatın...

30 Eylül 2010 Perşembe

Savarona'nın suçu ne?

Oyuncağını bekleyen bir çocuk gibi bekledi durdu onu Atatürk. Ömrünün son zamanlarında son günlerini biraz daha tebessümle,mutlulukla geçirmesini borçlu olacağı oyuncağı Savarona. Bir yattan çok daha fazlası,yüzer bir saray adeta. Gerçi yatın mazisinde de bir oyuncaklık var. İlk sahibi bu yatı 1931 yılında denize indirmiş fakat beğenmeyerek satışa çıakrmış. Ona da Türkiye Cuhuriyeti resmi yolla talip olmuş ve satın alarak devletin resmi yatı haline getirmiş. Akabinde de Atatürk'e tahsis edilmiş. Sonra da O'ndan bize kalan herşey gibi yat da bir kenara atılmış. Neden sonra "aaa satalım ya biz bunu da" döneminde yat da o ara satılmış Kahraman Sadıkoğlu'na. O da bu yatı kişisel işleri için yeniden onarmış ve kullanmaya başlamış.  Bu kişisel kullanımlarına da kumar partilerini de eklediğini hatırlamak da yarar var...

1989'da satın alınıyor gemi ve yaklaşık 20 yıl kadar Sadıkoğlu'nda kalıyor. O da hem yatın anısını yaşatmak hem de masrafını çıkartmak için yatı zaman zaman kiralıyor cüzi bir rakama. O kiralamalar da sonuçsuz kalınca yatı satacağı haberleri çıkıyor basında. Bu haberler yapılırken her ne kadar "bunu devlet alsın müze yapsın yoksa harcanır" dese de kimse oralı olmuyor ve hatta "ulan bugün yatı satan yarın ülkeyi de satar" denilerek sahibine karşı kamuoyunda bir tepki çıkıveriyor amansız...


Yatı Ruslara satmakta buluyor çareyi sonunda Sadıkoğlu. Sonra da masraflarını çıkarmanın da rahatlığıyla dümenini başka rotaya kırıyor. Yeni sahiplerinin de o gemi de fuhuş yaptıkları haberleriyle yeniden gündeme geldi son iki üç gündür. Yeniden Ata'mızın yatı oluverdi bu sefer karalamalar Kültür ve Turizm Bakanlığı'na geldi. "Evet dendi böyle oldu"larla "devlet el atsın"lar havada çarpıştı. Kısaca her kafadan bir ses çıktı ve sonunda yatı Kültür Bakanlığı alacağını açıkladı. O açıklama gelene kadar da şurdan şu olursa burdan bu gelirse şeklinde bürokratik cümlelerle laf kalabalığı yaratıldı. Şu anda yat demir attı yalnızlığına ve devletin ona ne yapacağını bekliyor...


Bu kadar olup bitenden sonra kim suçlu? Daha 1989'da satılmasına göz yuman o zamanki hükümet mi? O zamanlar müze veya eğitim amaçlı kullanıldığı halde elden çıkaran Deniz Kuvvetleri mi? Parası olduğu için bunu satın alan işadamı mı? Özel mülkiyeti olduğu için içinde 20 yıldır istediğini yapan mı? Parasız kaldığı için satmak zorunda kalan mı? Bunu alın çağrısına kulak asmayan devlet mi? Satın alan ve içinde istediklerini yapan ruslar mı? Ki kimse de karışamaz artık alan almış satan satmışsa. Yıllar sonra fuhuş haberleri çıkınca yatı "Ata'nın yatı" yapan basın mı? Yıllardır sesini çıkarmayan ama birden galeyana gelen halk mı? Hep "bakan" ama şimdi mecburen olaya el atan bakanlar mı? Yoksa herşeyi abartan bizler mi? 


Savarona,dili olsa da konuşsa...





29 Eylül 2010 Çarşamba

delete + enter!...

Sanal platformlar hayatımıza A kapısından giriş yaptı yapalı gitmek nedir bilmez oldular. O kapı "Şeytan'ın Kapısı" olmalı ki magmaya kadar indiler. Elleri boş gelmedikleri gibi ellerinde bir fincanla gelip "varsa bir fincan kahve istiyor annem,ben de hayatınızın içine edecem" deyiveriyorlar. Bir fincan kahvenin hatır katsayısı 40 olsa da 40 saniye de bile saçları beyazlatma,kırışıkları arttırma,sinir katsayısını arttırma konundaki hatırı sayılır başarılarıyla ve "ulen bu sabah kime çöksem" felsefesiyle oksijen alan sanal insanlar gitgide çoğalıyorlar. Sanal alemdeki profillerin ve gerçek ve tüzel kişilerin gerçekliklerinden dahi emin olamazken,gerçek hayattaki etli butlu profillerin de gerçekliğini tartışır olduk. Yani ben oldum da sizi bilmem. Bu anlamda hayatı da sanal alemde yaşaya yaşaya dışarı çıktıklarında da "amaaan ctrl + alt + del yaparım yeniden başlarım" diye düşünenler için çift çekirdekli beyinler istiyorum üretenden. Ne de olsa beyin bedava. O bedava beyinlerden çıkan dahiyane ama başarısız fikirlerden de bıktım. O beyinin ürettikleri yalanları da yemedim. Yenilecek gibi de değil di ama kusura bakmayın da. Eğlenmek için kullandığım sanal alemde birilerinin eğlencesi olmaktansa sanal borsaya girip arçelik hisselerine girerim daha da eğlenceli. Ama siz girmeyin sakın bu ara arçelik fena,Turkcell iyiydi son zamanlarda. Sonuç itibariyle bu yazıyı yazmama iten bazı gereksizlerin artık etrafımda olmadıklarını bilmek oldukça güzel. Bunlara rağmen puzzleda 3521736 taşı birbirine bağlayan o taş gibi insanların olduğunu bilmek de güzel. O taşlar bu satırları okuyacaklar ama kafasına atılan bu satırlardaki taşlardan o diğerlerinin haberi olmayacak. Anlayacakları dilden konuşup delete + enter dedim çünkü...

26 Eylül 2010 Pazar

Dil bayramı

Diline sahip çık! Tükçe'ne sahip çık! Milli benliğine sahip çık! Ülkene sahip çık!...

Bunları yaparken senin yanında olacak tek şey konuştuğun "dil" olacak. O'na iyi bak!...

Türk Dil Bayramı kutlu olsun...

25 Eylül 2010 Cumartesi

Sansür mü? Ne sansürü,sansür ne arar la Türkiye'de!...

Sabah kahvaltımdan sonra haberleri okumak için bir fincan çay aldım,geçtim bilgisayarımın başına. Geceden sabaha neler olmuş neler bitmiş göz gezdirirken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün internet üzerine yaptığı açıklamaların olduğu haber gözüme çarptı. Hürriyet gazetesinin web sayfasındaki bannerlardan birinde "Gül:Türkiye'de internet sansürü yok." yazısını görünce günün büyük zaman dilimi internette geçiren biri olarak kayıtsız kalamadım ve hemen tıkladım...

Sanal dünyada halen varlığını tartıştığımız Facebook üzerinden ingilizce konuşmayan ülkeler arasında en çok üyenin ülkemizden olduğunu vurgulamış. Bu bir başarı mıdır? Tartışılır. Bunun bize enternasyonel alanda ne getirisi olacak o da meçhul...

Ayrıca yine üzerinde uzun uzun konuştuğumuz Twitter'a da değinmiş. Kendi sayfasının sürekli takip edildiğini eklemiş sözlerine de. Twitter bazı basın yayın organlarından son dakika haberlerini almak adına oldukça yararlı bir kaynak benim gözümde. Sayın cumhurbaşkanımızın da bazı açıklamaları oradan yaptığını  göz önünde bulundurursak resmiyet kazanıyor. Tabii Obama,Dalai Lama gibi isimlerin de orada olduğunu düşünürsek Çankaya neden olmasın?


Bazı sitelere erişim engellerinin vergi kanunlarından kaynaklandığını söylemiş son olarak da. Yani "sansür değil o kural" demeye getirmiş. Bir başka deyişle de "kılıfına uydurmuş"...


Çankaya bunları söylerken madalyonun öbür yüzüne bakalım şimdi de. Yukarı da bahsi geçen sitelerden Facebook'u değerlendirelim. Facebook hergün her an milyarlarca kullanıcının aktif olduğu ve sürekli birşeyler paylaştığı bir platform. Ne kadar popüler olduğunu söyleyecek değilim,o konuda hemfikiriz. Söylemek istediğim -yada isteyeceğim- ülkemizdeki pek çok kullanıcının siteye girerken karşılaştığı problemler. Çoğu zaman siteye erişilemiyor. "Hackerlar saldırdı" diyerek iyi tarafından baksak da bunun bir çeşit sansür mekanizması olduğunu görmezden gelemeyiz. Sitenin içeriğinin zaman zaman değiştiği,bazı haber ve video linklerinin bir süre sonra kaybolduğu ve hatta "göze çarpan" kullanıcıların da hesaplarının deaktive edildiğini biliyoruz. Bunu yapanların da Zuckerberg'ler olduğunu söylemesin kimse,Ulaştırma Bakanlığı'nın haberi olmadan kuş uçmaz...


Facebook demişken,paylaşımların büyük kısmını oluşturan videoların ve onların ağırlıklı olarak kaynağı olan Youtube'un erişiminin yasak olduğu bir coğrafyadayız. Siteye girmek için türlü türlü programlar indirip 3 5 dakikalık videolar için kendi sistemlerimize zarar veren kullanıcılar değiliz de kimiz biz? DNS ayarlarını sürekli değiştire değiştire bazı sitelere de giremez olduk. Yine Bakanlık tarafından çok kullanılan DNS'lere kota konduğu haberlerini gördük,ve bunun resmi bir ağızdan yalanlanmadığını da. Çankaya'nın kendini takip etmesini ve ileti yazmasını engellemek için bazı kullanıcıları blokladığı gerçeği de orada dururken "sansür yok" demek abesle iştigaldir...

Bu ülkenin zaten vergilerle ciddi sorunları var. Zaten biz kullanıcılar faturalarımız da interneti sorunsuz kullanmak için dünyanın vergisini ödüyoruz. Hala neyin hesabı bu bilemedim ben onu. Sanırım uzun süre de bilemeyeceğim ben onu... 

Bunu yazmama iten ilgili link; http://www.hurriyet.com.tr/dunya/15863476.asp?gid=373









23 Eylül 2010 Perşembe

sanal dünya vs. gerçek dünya

İnternetin ne zaman peydah olduğu hakkında kesin bir bilgim yok. Bu yazıyı yazarken de google'a yazıp bakayım gibi bir düşüncem de olmadı. Türkiye'ye de 90'ların son çeyreğinde gelmiş olduğunu varsayıyorum kendi adıma. Zira 98 dünya kupasını internetten izlemiştim. Sonra o internetten izlemeler süper lig maçlarına kadar geldi de gidiyor...


Faydaları saymakla bitmez bu arkadaşın,ki onlara değinmeyeceğim bile. Zararlarını da saymaya kalksak bir noktalı virgül koyarak bitiririz,sonra devam ederiz gene. E o zaman ben bu kadar şeyi neden yazdım ve bundan sonra ne yazacağım?


İnternet varken ne yaptığımız ortada ama yokken neler yapıyorduk? Sosyal paylaşım sitelerinin gün be gün artmasıyla ve resmi kurum ve kuruluşların bireysel işlemler için sanal portları kullanmayı teşvik etmesiyle önceden sokağa çıkınca herkesin tanıdığı insanlar şimdi internette tanınır oldular. Sokağa çıkınca da zaten sanal dünyaya bağlantıyı kurmak için kişisel cihazlar var. Bundan 7-8 yıl önce internetten uçak bileti alırken bile altından bir çapanoğlu çıkmasından korkarken şimdi elektrik faturasını bile internetten yatırıyoruz. Bu anlamda internete destekliyorum ve "adam haklı beyler" demekten kendimi alamıyorum. Oturduğum yerden pek çok işimi halletmeyi tembellik değil kolaylık olarak görüyorum ve kazanılan zaman da cabası diyorum. Bir başka deyişle "ohh ne ala memleket ulan" işte daha ne olsun. O zaman Fatmagül'ün suçu ne? 38 tekrardan sonra hala kaçıranlar için www.adthe.net/fatmagul ...


Bunlara rağmen internetin insanı kişisel anlamda bir takım "şey"lerden de soğuttuğu ve dahi alıkoyduğu gerçeğini de göz ardı etmemek lazım gelir. Hayatının merkezine interneti koyan biri için elektrik kesintisi ne kadar da acı olur. Aaa tabi ya cep telefonuyla da internete girebilir. O ara da şarjı biterse durum vahim ama. O kadar ki artık genlerimiz de birer tane modem olduğunu düşünüyorum. Hatta aklımıza birşey geldiği zaman onu beyinden "çağırma" mekanizmasının google çalışma prensibiyle eşdeğer olduğunu da düşünmeden edemeyeceğim. Gün boyu söylediğimiz şarkıların winamp playlistimizden farksız olduğunu kim iddia edebilir ki? Elinde fotoğraf makinesiyle hayatı ölümsüzleştirenlerin deklanjöre basarken düşündükleri arasında fotoğrafı kamuya açmak olmadığını söylersek yalan olur. Benim de elime kağıt kalem alıp birşeyler karalamak yerine bunları sanal not defterime yazmam da elektronik dünyaya teslimiyete giden yolda bir adım değil de nedir? Kahveye gidip tavla oynamak yerine onlarca oyun sitesinden yüzlerce oyun arasından binlerce oyuncudan biriyle oynamak daha cazip oldu artık.


Artık insanların sanal alemde olmak için kaygılarının arttığı bir zamandayız. Dolayısıyla oradaki insanların kaçının gerçek kaçının sahte olduğu hakkında da kuşkular içindeyiz. Eğer sizin de bu takım düşünceleriniz varsa ve de Ankara'da ikamet ediyorsanız ve ya 22 ila 25 eylül arasında Ankara'da olacaksanız Rixos'da "27. Ulusal Bilişim Kurultayı"na bir gidin derim. Ayrıca 24'ünde saat 14:00'da az çok yukarıda değindiklerimin daha da detayıyla ve bu konuda sözü olan katılımcılarla konuşulacağı "Twitter Ne Alem?" başlıklı paneli kaçırmayın.


Şimdi biraz dışarı çıkıp temiz hava alayım. Gerçek dünyaya dönme zamanı...




17 Ağustos 2010 Salı

trabzondan izlenimler...

Ayın 15'inde yatan maaşlarını çekip borçlarını ödemek isteyenlerle dolu Trabzon HSBC ve sadece 2 adet banka çalışanına tepki veren fıkra insanı:"Ha bu eyçesbisiye allah israılli askei bile duşurmeye ha!bak isail askeri deyrum da!"

Aynı bankada kredi kart başvuruları aldığı için bireyselde daha sakin olan bir personele bir miktar para ile yaklaşıp "boş boş duruyosun ha bunu yatır da" diyen amca,ama bu başka fıkradan...

Bir de burada herkes ama herkes Trabzonspor formalı. Dolmuşçular bile. Onun dışında zaten pek birşeyleri yok ellerinde. Tüm gün boş boş oturup çay içenler,at yarışı oynayanlar,memleketi kurtaranlar,Trabzonspor ile anektodları olanlar... Bir gün biri çıkıp dese ki "Trabzonspor artık yok",bu insanlar sudan çıkmış hamsiye döner...

devam edecek...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

size hakkat her yer trabzon...

Sıcağı sıcağına post. Trabzona ayak basmamın üzerinden 1 saat geçti hemen hemen. Burada bana co-pilotluk yapacak tecrübeli fahri trabzonlu murat gökçe şenerin malikanesinden yazıyorum bu satırları efil efil esen camın karşısında bir bardak soğuk kola ile...

Daha uçağa binmeden İstanbul'da teravihdeyken caminin kliması çarptığı için iki büklüm olan amcanın hikayesinde figuran olarak başladı fıkra oyunculuğu kariyerim. Koskoca havaalanında beni bulup içini dökmesi sanırım benim oyunculuk yetilerim olmasa gerek...

Check işlemleri bittikten sonra Trabzon yolcuları uçağına binmek üzere çıkış kapısına yöneldi. Bir uçak dolusu yolcu sıra beklerken muhabbet kurma amaçlı sordukları "yolculuk nereyedur hemeşerum?"lar burada da başladı. Kendi halindeki soru cevapları benim bozmam bu insanlara haksızlıktı evet kabul ediyorum. Bu soruya "zaten herkes trabzona gidiyor" dememeliydim. Sırf bir fıkra için o amcaları hayal kırıklığına uğrattım...

Daha değil Trabzona,uçağa adım atmadan başlayan fıkralarla karadeniz serisi üzülerek söylemeliyim ki devam edecek. Kabul ediyorum size her yer trabzon ama siz de çıkın ulan hayatımdan!...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Çanlar kimin için çalıyor?

Geride kalan sezondan,son 3 maça girilirken eldeki hedeflere doludizgin gidip de sene sonunda “ellerim bomboş,yüreğimde bir sızı” mırıldanarak tatile çıkmaktan falan hiç bahsetmeye niyetim yok. Hem hatırlanıp da yeniden yaşanmasın hem de şu sıcakta parmaklarım aşırı terlemesin,zira hava sıcaklığı 30’un üzerinde seyrediyor. Onun yerine sıcaklara dikkat edin diye sosyal bir mesaj vereyim

Ligi 2. sırada bitirince doğal olarak “tükkan”ın da erken açılması lazım geldi. Avrupa arenasına temmuz sıcağında çıkacaktı Fenerbahçe. Tabi o zamana kadar işler yoluna girmediği için sıcak çok sıcak sıcak daha da sıcak oluyordu. Netice itibariyle yola Aykut Kocaman ile devam edilme kararı alındı. Ama taraftar karar alınmasından çok inatla forvet alınmasını bekler durur. Nobre’den beridir forvette sıkıntı yaşandığı gerçeği orada öylece dururken henüz bir “ekşın” olmaması taraftarı çileden çıkardı. Çileden çıkan taraftar da tribünden çıktı. Önemli gruplar birer birer “hadi eyvallah” deyip süresiz izne çıktılar. Yönetim de sonunda bu sıcaklarda sessizliğini bozdu ve taraftarlarını düşünerek “fener alarm sistemleri”ni piyasaya sundu. Malum havalar sıcak,kapı baca açık yatarız eve hırsız falan girer. Bir de Stoch ve Caner Erkin alındı o arada.

Abidik gubidik hazırlık maçlarında 3er 5er yiyerek ilk ciddi sınav olan Young Boys maçına gelen Fenerbahçe’de forvetsizlik bir yana dursun savunma ve orta saha da sıkıntı yaratmaya başladı. Forvet gol atamıyor,ortasaha top yapamıyor,defans adam tutamıyor,kaleci de gol yiyor. Bu kadar tersliğin içinde yeni formalar peynir ekmek gibi satmaya devam etti. Herkes formaların çok yakıştığı konusunda hem fikir ama o formayı asıl giyecek adamlar henüz piyasada yok. İnatla şampiyonlar ligi bileti ve forvet beklerken yönetim yine yapacağını yaptı ve sıcaklarda içimize su serpti. Hem de fenersu. Daha önce ürettiği rakının yanına suyu da üreterek “ulan madem takıma efkarlanıp içiyorsunuz,bari içerken de kazandırın” demeye getirdi. Rakı bardaklarını da bekliyoruz artık.

Lig başlamak üzere ama hala eksikler giderilmedi. Yine kahırbahçe olma yolunda ilerliyoruz.

Resmi site resmi “yalanlama” sitesi olmaktan başka bir işe yaramıyor. Basında çıkan haberlere inanmamamızı söyleyip duruyorlar. Zaten artık kimseye inancımız da kalmadı ya neyse.

Oyuncular için veya hoca için inatla “karakteri düzgün adam gibi adam” yorumları yapılıyor,taktiksel hatalar görülmüyor. Biz evlenecek adam bakmıyoruz çıkıp adam gibi top oynasınlar.

Formalar bu senenin en iyileri ama forma reklamları kafam kadar. Formanın üzerindeki kanarya ve güneş simgelerini kapatıyor resmen.

Şirketleşme alanında büyük yol aldık ama spor kulübümüyüz anonim şirket miyiz bilelim. Ona göre çıkıp şampiyonluk vaad etmesinler,”imkb 100 endeksinde en çok kazandıranlardan olacağız” desinler.

Şimdi önümüzde PAOK ile oynayacağımız iki önemli eleme maçı ve uzuncana bir lig var. Ya bu takım için eksikler giderilip lige başlansın yada Fenerium ilaç sektörüne de el atıp bize sakinleştirici,uyuşturucu gibi ilaçlar üretsin.

8 Ağustos 2010 Pazar

İlk izlenim: Forma farklı, Gerisi aynı…

Fenerbahçe ilk resmi sınavında Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Young Boys ile oynadı. Geçen sezondaki travmanın ardından beklentiler bu yıl için daha da yükseldi. Yapılan ve yapıl(a)mayan transferler,gidenler ve gidemeyenler,istenenler ve verilenlerle bir matematik probleminden farksızdı ilk 90 dakika öncesinde Fenerbahçe. Hafta içindeki yeni formaların tanıtımı olmasa belki de kuru kuruya bir maç olacaktı bu izleyenler için. O yeni formalardan Fenerbahçe güneşi adı verilen mavi formayla çıktı sahaya Fenerbahçe. Real Madrid’in geçtiğimiz sezonlarda yaptığı alternatif formaya benziyordu uzaktan bakıldığında. Bakmak için daha yakına gelindiğinde ise formadaki güneş ürünün albenisini arttırmaya yetiyor da artıyordu bile.
Maça ev sahipleri hızlı başladı. Zaten formda olan İsviçreliler belli ki işi ilk maçta bitirme derdindelerdi. O arada Emre ile Fenerbahçe golü buldu. Galatasaraylıların her derbi sonrası “bir kere geldiniz o da gol oldu”sunu İsviçreliler de diyebilirdi. Onlar da 20-21 kere geldiler ve golü buldular. Sonra da bu cümlelerden bir kere daha oldu. Yoktan varedilen bir pozisyonda 2-1’i yakaladı Fener,sonra Young Boys gençliğinin de enerjisiyle son dakikalara kadar bir hayli geldi ve penaltıdan 2-2’yi buldu. Arada Kazım kırmızı kart gördü bir de. Zaten o dakikalarda direkler ve Volkan olmasa maç çoktan kopardı,biz de kanalı değiştirirdik.
50 dakikaya yakın 10 kişi oynayan Fenerbahçe rakibine verebileceği her pozisyonu verdi. Sağdan geldiler,soldan geldiler,şut çektiler,karambol yarattılar,vs. Şans diye bir şey varsa o gece yanımızdaydı. Skor aldatıcı olmamalı bu takımın çok eksiği var. Yıllardır bir forvet sıkıntısı çekiyoruz. Defans eskisi gibi güven vermiyor. As kadroya alternatif düşünülen oyuncular ya top oynamayı unutmuşlar,yada top oynamak istemiyorlar. Disiplin sorunu çeken ve takımına da sorun çektiren Kazım gene aynı. Stoch geçen sezondan tek farklı isim,gerçekten de farkını ortaya koyan sadece o. Birkaç sezon önce beğenilmeyen Volkan bu takımın en iyisi. Ciddi anlamda ilerleyen maçlarda sıkıntı yaşamaması için acilen bir forvet,bir defans ve bir ortasahaya ihtiyacı var Fener’in.
90 dakika sonunda gördük ki sadece formalar değişmiş,geri kalan her şey aynı…

21 Mayıs 2010 Cuma

Padişahım çok yaşa!...

Bugün Aziz Yıldırım’ın merakla beklenen basın toplantısını izlerken görevi bırakmasının dışında beklediğim yönde açıklamalar yaptığını söyleyebilirim. 13 yıla yakın süredir bu görevin başında olan başkanımı artık az çok tanır hale geldim herkes gibi. Son hafta kaybedilen şampiyonluk için şanssız olduğumuzu söylesek yanlış olmaz. Olmayınca olmuyor ama bunu görüp sayın başkanın da “olmuyor” demesini beklerdim.

Son haftalarda yakaladığımız ivme ile İstanbul Büyükşehir Belediyespor maçından son maça kadar ligde gol yemeden geldik. Bu sürede maç satın aldığımıza dair iddialar aldı başını yürüdü. Kulüp olarak bunlara sessiz kalınması belki bir stratejiydi ama bugün bazı oyunculara dair yapılan söylemler de en az o iddialar kadar abestir. Bu işten ekmek kazanan insanlar elbette ki her maçı kazanmak için oynayacaklar. Eğer eski bir oyuncumuz rakiplere “Fenerbahçeyi yenin” dediği için biz yeniliyorsak siz de kendi oyuncularımıza basit telkinlerde bulunup maç kazandırabilirsiniz.

Ekonomik anlamda yakaladığımız gelişmeler sportif anlamda ortada bir başarı getirmedi maalesef. Diğer branşlar sponsorlar ve işi bilen yöneticiler sayesinde yüzümüzü güldürürken,en çok heveslendiğimiz dal futbolda son düzlükte nal topladık. Kendi emeklerimizle yaptığımız evimizi yakacak kadar gözümüz döndü. Artık futbolu bir bilene emanet etmenin zamanıdır. Diğer konularda başkanımızın başarısı görmezden gelemeyiz ama futbolda bu iş olmuyor.

O kadar para basan kaynak olmasına rağmen doğru düzgün transferler yapılamadı. Televizyonda imrenerek izlediğimiz yıldızları kendi formamız altında izledik ama hepsinin birer ikişer adeta kaçarak uzaklaşması normal bir durum mudur? Kendimize rakip olarak bile göremeyeceğimiz Fransız Lille takımın sağ kanadında 19 yaşındaki bir Belçikalı oynarken biz yıllardır sağ kanat sıkıntısı yaşıyoruz. O 19 yaşındaki “çocuk” için 30 milyon avrolar konuşulurken biz hala 25 yaşındaki Semih’e genç diyoruz. Uzay takımı kuran Barcelona ve Real Madrid transfere milyonlarca avro harcasalar bile öncelikle altyapıdan gelen oyuncularına kadro şansı tanırken bizler altyapıdan henüz bir oyuncumuzu göremedik. Ki o Barcelona en zayıf halkası kalecisi iken bile altyapıdan geldiği için sonuna kadar kendisine güvenmektedir. Bu süre içinde milli takıma verdiğimiz oyuncularımızda da bir azalma var. Bundan 3-4 yıl önce İnter,Sevilla,Chelsea gibi takımlarla oynarken bile başını öne eğmeyen taraftar şimdi maç 1-1 olunca bile tedirginlik yaşar hale geldi. Sadece derbi kazanmak artık şampiyonluk getirmiyor. Yıllardır derbilerden hep gülen taraf olarak ayrıldık ama Anadolu maçlarında aynı başarıyı gösteremedik.

Bu açıklamalarla rakipler için zaten antipatik olan takımımız şimdi kendi taraftarlarımız arasında da gittikçe antipatikleşiyor. “Sonuna kadar Fenerbahçe” ama bazı gerçekleri de görmek gerekiyor. En kötü gün bugünse bugün Fenerbahçe. Eğer bir devrim yapılacaksa da o gün bugün.

Heybetinden yere göğe sığdıramadığımız Fenerbahçe'yi kimsenin ayaklar altına almaya,aldırmaya hakkı yoktur. Bu kişi başkan da olsa,hoca da olsa,oyuncu da olsa,hatta taraftar da olsa kimse kendinde bu hakkı göremez.

En uzun iki dakika...

Son yılların en sıkıntılı bilet bulma dönemiydi sezonun son maçı öncesi yaşananlar. Çöken sistemler,iptal olan biletler,satın alınan ama ele geçmeyenler,fazladan bilet alanlar,vs… Fenerbahçe-Trabzonspor maçının ligimizin şampiyonunun belli olacağı maç olması nedeniyle ülkenin dört bir yanındaki sarı lacivertliler bilet için insanüstü çabalar gösterdiler. Şanslılar tribündeydi. Geri kalanlar için her yer tribündü.
Marmara’nın karşısında yeşil beyaz kent ise Kadıköy’den gelecek haberle ligde şampiyonluk yaşayan 5. takım olmayı bekliyordu. Zamanında başarısız olduğu için yıllarca oynadığı Beşiktaş tarafından kapının önüne konulan Ertuğrul Sağlam’ın Bursaspor’u gerek İstanbul deplasmanlarında gerekse de diğer önemli maçlarda gösterdiği takdire şayan performansla zaten burada olmayı çoktan hak ettiğini göstermişti.

Biz sarı lacivertliler maç öncesi iç saha performansımıza ve de bir son dakika kazası olmayacağına güvenerek saatler önceden Kadıköy çevresinde dolaşmaya başladık. Herkesin kafasında maç sonu şampiyonluk kutlamaları vardı ama bilinçaltımıza 2006’daki Denizlispor maçı yer etmişti bir kere. Atsan atılmaz tutsan tutulmaz o anıları da aldık yanımıza ve ilk düdükle başladık şampiyonluğu çağırmaya.

Son yılların en baskılı Fenerbahçe’sini izledik ilk 20 dakikada. Bu zaman dilimi içinde gol de geldi zaten. İpleri kendi elimize aldık ve şampiyonluk şarkıları söylemeye devam ettik. Bu sonuç 70 dakika sonra Fenerbahçeyi şampiyon yapacaktı. 25 dakika geride kalırken tabela 1-1’e döndüğünde bile umudumuz devam ediyordu.

Bursa’dan gelen gol haberleriyle ikinci 45 dakika başladı. Şampiyonluk şimdi timsahın ağzındaydı ve onu alabilmek için yapması gereken tek şey daha önce çok kez yaptığı gibi gol atmaktı. O top o çerçevenin arasına girmemekte direndikçe tribünlerdeki istek de azalıyordu. Süre şimdi aleyhimize işliyordu ama rakip kaleci sadece bir defa topu ıskalamıştı. Yeniden ıskaladı ama direkler o gün misafiri kolladı. Belki o maç sabaha kadar oynansa o top içeri girmeyecekti. Girmedi de maç 1-1 bitti.

Diğer maçında berabere bitmesi gerekiyordu Fenerbahçe’nin şampiyonluğu için. Stada o şekilde bir anons geçilince de sahada bir anda gol atmak için debelenenler süre bitsin diye debelenmeye başladılar. Kimse ne olduğunu anlamadı. Adeta zaman orada bir yerde kırıldı. Kadıköy 2-2’ye sevinirken Bursa 2-1’e üzüldü.

Fenerbahçe Türk futbol tarihinin en kısa şampiyonluğunu yaşayarak tarihe geçti. 2 dakika bile sürmeyen sevinç gerçeğinde anlaşılmasıyla yerini hüzne bıraktı. Ağlayanlar,kriz geçirenler,şoka girenler… 2 dakika içinde karmaşık yaşanan karmaşık duygular vardı ama kimse ne yaptığını bilmiyordu. Sonra bir kıvılcım yükseldi bir yerden. Bi ateş yandı ve tüm stadı sardı. Şampiyon olunca dünyayı yakacaklar şimdi kendi evlerini bile yakacak kadar öfkelendiler. Yönetimi istifaya davet edenler,bu galeyanı yaşatanı linç etmek isteyenler ve hüzünlü kalabalık.

Stad boşaldıktan sonra öfke çevreye sıçradı. Polis biber gazları,tazyikli su ve cop üçlemesi yaptı. Rakipleri için evlerini cehenneme çeviren taraftarlar bu kez gerçek cehennemi yaşadılar,yaşattılar.

Bursaspor futbol tarihinin 5. lig şampiyonu olarak tarihe geçti. Ertuğrul Sağlam ve ekibini tebrik ediyorum. Şampiyon olamasalar bile alkışı ve saygıyı sonuna kadar hakettiler. İstanbul takımlarının saltanatı yıkıldı. Anadolu yeni bir şampiyona merhaba dedi. Fenerbahçeliler ise bu olaylardan sonra “güle güle” diyecekleri isimleri bekliyor…