30 Eylül 2010 Perşembe

Savarona'nın suçu ne?

Oyuncağını bekleyen bir çocuk gibi bekledi durdu onu Atatürk. Ömrünün son zamanlarında son günlerini biraz daha tebessümle,mutlulukla geçirmesini borçlu olacağı oyuncağı Savarona. Bir yattan çok daha fazlası,yüzer bir saray adeta. Gerçi yatın mazisinde de bir oyuncaklık var. İlk sahibi bu yatı 1931 yılında denize indirmiş fakat beğenmeyerek satışa çıakrmış. Ona da Türkiye Cuhuriyeti resmi yolla talip olmuş ve satın alarak devletin resmi yatı haline getirmiş. Akabinde de Atatürk'e tahsis edilmiş. Sonra da O'ndan bize kalan herşey gibi yat da bir kenara atılmış. Neden sonra "aaa satalım ya biz bunu da" döneminde yat da o ara satılmış Kahraman Sadıkoğlu'na. O da bu yatı kişisel işleri için yeniden onarmış ve kullanmaya başlamış.  Bu kişisel kullanımlarına da kumar partilerini de eklediğini hatırlamak da yarar var...

1989'da satın alınıyor gemi ve yaklaşık 20 yıl kadar Sadıkoğlu'nda kalıyor. O da hem yatın anısını yaşatmak hem de masrafını çıkartmak için yatı zaman zaman kiralıyor cüzi bir rakama. O kiralamalar da sonuçsuz kalınca yatı satacağı haberleri çıkıyor basında. Bu haberler yapılırken her ne kadar "bunu devlet alsın müze yapsın yoksa harcanır" dese de kimse oralı olmuyor ve hatta "ulan bugün yatı satan yarın ülkeyi de satar" denilerek sahibine karşı kamuoyunda bir tepki çıkıveriyor amansız...


Yatı Ruslara satmakta buluyor çareyi sonunda Sadıkoğlu. Sonra da masraflarını çıkarmanın da rahatlığıyla dümenini başka rotaya kırıyor. Yeni sahiplerinin de o gemi de fuhuş yaptıkları haberleriyle yeniden gündeme geldi son iki üç gündür. Yeniden Ata'mızın yatı oluverdi bu sefer karalamalar Kültür ve Turizm Bakanlığı'na geldi. "Evet dendi böyle oldu"larla "devlet el atsın"lar havada çarpıştı. Kısaca her kafadan bir ses çıktı ve sonunda yatı Kültür Bakanlığı alacağını açıkladı. O açıklama gelene kadar da şurdan şu olursa burdan bu gelirse şeklinde bürokratik cümlelerle laf kalabalığı yaratıldı. Şu anda yat demir attı yalnızlığına ve devletin ona ne yapacağını bekliyor...


Bu kadar olup bitenden sonra kim suçlu? Daha 1989'da satılmasına göz yuman o zamanki hükümet mi? O zamanlar müze veya eğitim amaçlı kullanıldığı halde elden çıkaran Deniz Kuvvetleri mi? Parası olduğu için bunu satın alan işadamı mı? Özel mülkiyeti olduğu için içinde 20 yıldır istediğini yapan mı? Parasız kaldığı için satmak zorunda kalan mı? Bunu alın çağrısına kulak asmayan devlet mi? Satın alan ve içinde istediklerini yapan ruslar mı? Ki kimse de karışamaz artık alan almış satan satmışsa. Yıllar sonra fuhuş haberleri çıkınca yatı "Ata'nın yatı" yapan basın mı? Yıllardır sesini çıkarmayan ama birden galeyana gelen halk mı? Hep "bakan" ama şimdi mecburen olaya el atan bakanlar mı? Yoksa herşeyi abartan bizler mi? 


Savarona,dili olsa da konuşsa...





29 Eylül 2010 Çarşamba

delete + enter!...

Sanal platformlar hayatımıza A kapısından giriş yaptı yapalı gitmek nedir bilmez oldular. O kapı "Şeytan'ın Kapısı" olmalı ki magmaya kadar indiler. Elleri boş gelmedikleri gibi ellerinde bir fincanla gelip "varsa bir fincan kahve istiyor annem,ben de hayatınızın içine edecem" deyiveriyorlar. Bir fincan kahvenin hatır katsayısı 40 olsa da 40 saniye de bile saçları beyazlatma,kırışıkları arttırma,sinir katsayısını arttırma konundaki hatırı sayılır başarılarıyla ve "ulen bu sabah kime çöksem" felsefesiyle oksijen alan sanal insanlar gitgide çoğalıyorlar. Sanal alemdeki profillerin ve gerçek ve tüzel kişilerin gerçekliklerinden dahi emin olamazken,gerçek hayattaki etli butlu profillerin de gerçekliğini tartışır olduk. Yani ben oldum da sizi bilmem. Bu anlamda hayatı da sanal alemde yaşaya yaşaya dışarı çıktıklarında da "amaaan ctrl + alt + del yaparım yeniden başlarım" diye düşünenler için çift çekirdekli beyinler istiyorum üretenden. Ne de olsa beyin bedava. O bedava beyinlerden çıkan dahiyane ama başarısız fikirlerden de bıktım. O beyinin ürettikleri yalanları da yemedim. Yenilecek gibi de değil di ama kusura bakmayın da. Eğlenmek için kullandığım sanal alemde birilerinin eğlencesi olmaktansa sanal borsaya girip arçelik hisselerine girerim daha da eğlenceli. Ama siz girmeyin sakın bu ara arçelik fena,Turkcell iyiydi son zamanlarda. Sonuç itibariyle bu yazıyı yazmama iten bazı gereksizlerin artık etrafımda olmadıklarını bilmek oldukça güzel. Bunlara rağmen puzzleda 3521736 taşı birbirine bağlayan o taş gibi insanların olduğunu bilmek de güzel. O taşlar bu satırları okuyacaklar ama kafasına atılan bu satırlardaki taşlardan o diğerlerinin haberi olmayacak. Anlayacakları dilden konuşup delete + enter dedim çünkü...

26 Eylül 2010 Pazar

Dil bayramı

Diline sahip çık! Tükçe'ne sahip çık! Milli benliğine sahip çık! Ülkene sahip çık!...

Bunları yaparken senin yanında olacak tek şey konuştuğun "dil" olacak. O'na iyi bak!...

Türk Dil Bayramı kutlu olsun...

25 Eylül 2010 Cumartesi

Sansür mü? Ne sansürü,sansür ne arar la Türkiye'de!...

Sabah kahvaltımdan sonra haberleri okumak için bir fincan çay aldım,geçtim bilgisayarımın başına. Geceden sabaha neler olmuş neler bitmiş göz gezdirirken Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün internet üzerine yaptığı açıklamaların olduğu haber gözüme çarptı. Hürriyet gazetesinin web sayfasındaki bannerlardan birinde "Gül:Türkiye'de internet sansürü yok." yazısını görünce günün büyük zaman dilimi internette geçiren biri olarak kayıtsız kalamadım ve hemen tıkladım...

Sanal dünyada halen varlığını tartıştığımız Facebook üzerinden ingilizce konuşmayan ülkeler arasında en çok üyenin ülkemizden olduğunu vurgulamış. Bu bir başarı mıdır? Tartışılır. Bunun bize enternasyonel alanda ne getirisi olacak o da meçhul...

Ayrıca yine üzerinde uzun uzun konuştuğumuz Twitter'a da değinmiş. Kendi sayfasının sürekli takip edildiğini eklemiş sözlerine de. Twitter bazı basın yayın organlarından son dakika haberlerini almak adına oldukça yararlı bir kaynak benim gözümde. Sayın cumhurbaşkanımızın da bazı açıklamaları oradan yaptığını  göz önünde bulundurursak resmiyet kazanıyor. Tabii Obama,Dalai Lama gibi isimlerin de orada olduğunu düşünürsek Çankaya neden olmasın?


Bazı sitelere erişim engellerinin vergi kanunlarından kaynaklandığını söylemiş son olarak da. Yani "sansür değil o kural" demeye getirmiş. Bir başka deyişle de "kılıfına uydurmuş"...


Çankaya bunları söylerken madalyonun öbür yüzüne bakalım şimdi de. Yukarı da bahsi geçen sitelerden Facebook'u değerlendirelim. Facebook hergün her an milyarlarca kullanıcının aktif olduğu ve sürekli birşeyler paylaştığı bir platform. Ne kadar popüler olduğunu söyleyecek değilim,o konuda hemfikiriz. Söylemek istediğim -yada isteyeceğim- ülkemizdeki pek çok kullanıcının siteye girerken karşılaştığı problemler. Çoğu zaman siteye erişilemiyor. "Hackerlar saldırdı" diyerek iyi tarafından baksak da bunun bir çeşit sansür mekanizması olduğunu görmezden gelemeyiz. Sitenin içeriğinin zaman zaman değiştiği,bazı haber ve video linklerinin bir süre sonra kaybolduğu ve hatta "göze çarpan" kullanıcıların da hesaplarının deaktive edildiğini biliyoruz. Bunu yapanların da Zuckerberg'ler olduğunu söylemesin kimse,Ulaştırma Bakanlığı'nın haberi olmadan kuş uçmaz...


Facebook demişken,paylaşımların büyük kısmını oluşturan videoların ve onların ağırlıklı olarak kaynağı olan Youtube'un erişiminin yasak olduğu bir coğrafyadayız. Siteye girmek için türlü türlü programlar indirip 3 5 dakikalık videolar için kendi sistemlerimize zarar veren kullanıcılar değiliz de kimiz biz? DNS ayarlarını sürekli değiştire değiştire bazı sitelere de giremez olduk. Yine Bakanlık tarafından çok kullanılan DNS'lere kota konduğu haberlerini gördük,ve bunun resmi bir ağızdan yalanlanmadığını da. Çankaya'nın kendini takip etmesini ve ileti yazmasını engellemek için bazı kullanıcıları blokladığı gerçeği de orada dururken "sansür yok" demek abesle iştigaldir...

Bu ülkenin zaten vergilerle ciddi sorunları var. Zaten biz kullanıcılar faturalarımız da interneti sorunsuz kullanmak için dünyanın vergisini ödüyoruz. Hala neyin hesabı bu bilemedim ben onu. Sanırım uzun süre de bilemeyeceğim ben onu... 

Bunu yazmama iten ilgili link; http://www.hurriyet.com.tr/dunya/15863476.asp?gid=373









23 Eylül 2010 Perşembe

sanal dünya vs. gerçek dünya

İnternetin ne zaman peydah olduğu hakkında kesin bir bilgim yok. Bu yazıyı yazarken de google'a yazıp bakayım gibi bir düşüncem de olmadı. Türkiye'ye de 90'ların son çeyreğinde gelmiş olduğunu varsayıyorum kendi adıma. Zira 98 dünya kupasını internetten izlemiştim. Sonra o internetten izlemeler süper lig maçlarına kadar geldi de gidiyor...


Faydaları saymakla bitmez bu arkadaşın,ki onlara değinmeyeceğim bile. Zararlarını da saymaya kalksak bir noktalı virgül koyarak bitiririz,sonra devam ederiz gene. E o zaman ben bu kadar şeyi neden yazdım ve bundan sonra ne yazacağım?


İnternet varken ne yaptığımız ortada ama yokken neler yapıyorduk? Sosyal paylaşım sitelerinin gün be gün artmasıyla ve resmi kurum ve kuruluşların bireysel işlemler için sanal portları kullanmayı teşvik etmesiyle önceden sokağa çıkınca herkesin tanıdığı insanlar şimdi internette tanınır oldular. Sokağa çıkınca da zaten sanal dünyaya bağlantıyı kurmak için kişisel cihazlar var. Bundan 7-8 yıl önce internetten uçak bileti alırken bile altından bir çapanoğlu çıkmasından korkarken şimdi elektrik faturasını bile internetten yatırıyoruz. Bu anlamda internete destekliyorum ve "adam haklı beyler" demekten kendimi alamıyorum. Oturduğum yerden pek çok işimi halletmeyi tembellik değil kolaylık olarak görüyorum ve kazanılan zaman da cabası diyorum. Bir başka deyişle "ohh ne ala memleket ulan" işte daha ne olsun. O zaman Fatmagül'ün suçu ne? 38 tekrardan sonra hala kaçıranlar için www.adthe.net/fatmagul ...


Bunlara rağmen internetin insanı kişisel anlamda bir takım "şey"lerden de soğuttuğu ve dahi alıkoyduğu gerçeğini de göz ardı etmemek lazım gelir. Hayatının merkezine interneti koyan biri için elektrik kesintisi ne kadar da acı olur. Aaa tabi ya cep telefonuyla da internete girebilir. O ara da şarjı biterse durum vahim ama. O kadar ki artık genlerimiz de birer tane modem olduğunu düşünüyorum. Hatta aklımıza birşey geldiği zaman onu beyinden "çağırma" mekanizmasının google çalışma prensibiyle eşdeğer olduğunu da düşünmeden edemeyeceğim. Gün boyu söylediğimiz şarkıların winamp playlistimizden farksız olduğunu kim iddia edebilir ki? Elinde fotoğraf makinesiyle hayatı ölümsüzleştirenlerin deklanjöre basarken düşündükleri arasında fotoğrafı kamuya açmak olmadığını söylersek yalan olur. Benim de elime kağıt kalem alıp birşeyler karalamak yerine bunları sanal not defterime yazmam da elektronik dünyaya teslimiyete giden yolda bir adım değil de nedir? Kahveye gidip tavla oynamak yerine onlarca oyun sitesinden yüzlerce oyun arasından binlerce oyuncudan biriyle oynamak daha cazip oldu artık.


Artık insanların sanal alemde olmak için kaygılarının arttığı bir zamandayız. Dolayısıyla oradaki insanların kaçının gerçek kaçının sahte olduğu hakkında da kuşkular içindeyiz. Eğer sizin de bu takım düşünceleriniz varsa ve de Ankara'da ikamet ediyorsanız ve ya 22 ila 25 eylül arasında Ankara'da olacaksanız Rixos'da "27. Ulusal Bilişim Kurultayı"na bir gidin derim. Ayrıca 24'ünde saat 14:00'da az çok yukarıda değindiklerimin daha da detayıyla ve bu konuda sözü olan katılımcılarla konuşulacağı "Twitter Ne Alem?" başlıklı paneli kaçırmayın.


Şimdi biraz dışarı çıkıp temiz hava alayım. Gerçek dünyaya dönme zamanı...